Şeriat Gelecek Kaygısı

Türkiye'deki mevcut gelişmelerde dünyada meydana gelen gelişmelerin de etkisi vardır. Türkiye iç dinamikleri ile şu an bulunduğu pozisyonda değildir. AB ve ABD'nin son 5 yıldaki tutumları türkiye'de nefretle karşılanmış ve insanımızın, bu ülkelere ve bu ülkelerin temsil ettiği değerlere uzaklaşmasına yol açmıştır. özellikle AB'nin iki yüzlü tutumu ve ABD'nin burnumuzun dibinde devam ettirdiği savaş ve insanlık dramları insanlarda güvensizlik, korku ve paniğe yol açmıştır. Bu gelişmelerden mütevellit ortaya çıkan duygular insanların kamplaşmasına, etiketleme yapmasına ve hoşgörülerinin azalmasına sebep olmuştur.

Benzer şekilde ekonomik gelişmeler de bu etkileri tetiklemektedir. İnsanların refah seviyelerinin azalması toplumda bozulan huzuru daha da kötüleştirmekte, 'sinir' açısından canlı bombaların sokaklarda dolaşmasına sebep olmaktadır.

Toplumun dengesi bozulduğunda, hoşgörü ile çözülebilecek olaylar, önce tartışmalara sonra da eylemlere dönüşür.

Önemli olan, öncelikle ekonomik gelişmenin devam ettirilmesi için ülke gündeminin birinci sırasına ekonomiyi almak ve sağlam iradeye sahip yöneticiler ışığında toplumu doğru yönlendirmektir ki tüm siyasi partiler incelendiğinde bu mümkün gözükmüyor.

Siyasiler ile ilgili bir nokta: Uzak bir akrabam siyasi hayatına sol partide başlayıp 80 ihtilali sonrası muhafazakar bir partiye ardından şeriatçı bir partiye ardından da ılımlı islami bir partiye geçti. Açık konuşayım benim bu akrabam siyasetten çıkar sağlamak için siyasetin içinde ve onun için parti ya da politik görüşten çok musluğun başında kim olduğu önemli. Şimdi düşünün, bu şekilde siyasetin içinde kaç kişi var?
Siyaset ülkeyi yönetmek mi yoksa akan musluklarına en yakın yerde koyunları otlatmak mı?
İşte bu düşüncelerden mürekkep fikrim; Şu an toplumu yönlendirebilecek siyasi yapıya sahip olamamamız sebebiyle med cezir etkisinden kurtulamamamız ve saplantılara sahip olmamız.

Son olarak saplantı derken sadece 'şeriat gelecek' değil, diğer ülke gündemindeki tüm durumları kastettim. Güvensizlik ve korkularımız doğru düşünmemizi engelleyerek normalde olduğumuzdan çok daha farklı eylemlerde bulunmamıza yol açıyor.

Türban Özgürlüğü İroniktir

Özgürlük, diğerlerinin onun özgürlüğü için düşündükleri değildir.
Eğer insanlar türbanı tercih ediyorlarsa, türbanlı gezme özgürlüğü talep ediyorlarsa, bu tercihi yapıp sonuçlarına katlanan insan dışındaki insanları bu durum ilgilendirmez. (özgürlüğü kısıtlanıyor anlamında)

Bu durumların yarattığı düşünülen özgürlük dışı durumlar kişileri bağlar. diğer insanları ilgilendirmez.

Bu itibarla, türbanı tercih eden insanların türban giyme özgürlükleri talep etmeleri ironik değil doğaldır. yani önerme yanlış. sorunların çözümü empati ve karşılıklı saygı ile başlar.

Türbanlı Kıza Mektup

Türbanlı kıza mektup başlıklı yazılar yazıldı. İçeriği de genel olarak şöyle idi: "Ben senin türbanına izin vereceğim. Şimdiden söyleyeyim ileride irticacı olursan ve saire ve saire" Yani başı iyi başlayıp sonunda aşağılamalar ve ayrımcılık olan ve tüm türbanlıları tek şekilde değerlendiren yazılar idi. Benim yazım ise:

Türbanlı Kıza Mektup nedir?

Etiketlenmiş kıza yazılmış mektuptur.
Aslında işin ilginç yanı insanların sürekli diğer insanları etiketlemek istemesidir.
mesela bir yazar görürsün, iki yazısını okursun "tamam bu faşist" ya da "dinci bu" ya da "tamam bu dinsiz imansız" diye yaftayı yapıştırırsın hemen. açıkçası insanları toptan etiketlemek yerine, insanları 'birey' bazında değerlendirmek ya da eylemlerini etiketlemek yerine her eylemini ayrı değerlendirmek gerekir.

şimdi neden etiketleme hadisesinin üzerinde bu kadar durduk biliyor musunuz? bu etiketleme hadisesini sadece bireyler değil devlet de yapıyorsa eğer işte o ülkede insan haklarının daraltıldığı ve ayrımcılık yapıldığı görülür. şöyle ki eğer siz "insan" temelinde bireyleri ayıramayıp "kürtler, aleviler, türbanlılar, faşitler, komunistler, cumhuriyetçiler, ateistler" gibi 'etiket' düzeyinde muamelede bulunursanız yapacağınız tüm eylemler ayrımcılığa girer. mesela tüm kürtleri "bir kişi gibi" değerlendiremezsiniz ya da tüm türbanlıları. herkese eşit kuralları koyarsınız ve bu kurallara uymayan bireyleri yargılarsınız.
eğer bölücü veya terör amaçlı faaliyetlerde bulunan insanlar var ise bunların etiketine bakmadan yargılamanız gerekir. eğer bir insan "Allah'u Ekber" diyerek birisinin kafasına elindeki satırı indiriyorsa bu birey "cinayet işleyen bir insandır. fazlası değil. eğer dinci diye etiketlenen bir örgüt mensubu ise 'terör örgütü mensubudur' fazlası değil. eğer bir insan başını kapatıyorsa bu insan başını kapatıyordur. eğer kamu düzenini bozacak eylemlerde bulunuyorsa o zaman 'kamu düzenini bozan bir insandır'.
demogojiye açık bir mevzu. ama son olarak şunu söyleyebilirim. "devlet düzenini şeriat düzeni şeklinde değiştirmeye çalışanlara açık mektup" olarak düşünmek yerine "türbanlı kıza açık mektup" ayrımcılığın daniskasıdır. çünkü ben devlet düzeninin şeriat olarak değiştirilmesine veya ülkenin bölünmesine karşıyım. aynı şekilde milletimizin bir bölümünün (bu hangi bölüm olursa olsun) ayrımcılığa tabi tutulmasına da karşıyım.
ve bırakın şu etiketlemeyi de fikirleri tartışın.

31 Ocak 2008 İstanbul Patlamasının Sorumluları

görevini yerine getirmeyen kamu görevlileridir.

birinci derecede suçlu belediyedir.
ikinci derecede suçlu belediye anlayışıdır.
üçüncü derecede suçlu yönetim anlayışıdır.

şimdi temel felsefe şu: "'balık baştan kokar'".
ek açıklama: mevcut yönetim de dahil geçmişteki tüm yönetimler de suçludur.

evet, balık baştan kokar. bir yerde eğer kamu görevlileri 'insiyatif' kullanmaya başlamışlar ise o yerde kamu düzeni bozulur.
şimdi örneklerle destekleyelim.
- her sabah zeytinburnu'ndan minibüse binerek topkapı'ya gidiyorum. bu sevgili minibüs şoförleri bakırköy zeytinburnu arasında, 15 dakikada alınacak yolu ara duraklarda zaman geçirerek bir saate çıkartıyorlar. vatandaş tepki gösterdiğinde de kavga ediyorlar.
bu aralar sıkça bir olaya şahit olmaya başladım. minibüs şoförü, araç dolu iken, silivrikapı'daki otobüs durağına giriyor ve yolcu bekliyor. bir kere ayakta yolcu alması trafik suçu. ikincisi otobüs durağına girmesi trafik suçu.
yoldan geçen trafik polisleri kafalarını bile çevirmeden es geçiyorlar. ardından bazen yunuslar, motorsikletlerini durdurup, minibüs şoförünü ikaz ediyorlar. minibüs şoförü duraktan çıkınca da yollarına devam ediyorlar. işte ince nokta burası. eğer polis bir suçun işlendiğine şahit oluyorsa kanunun kendisine emrettiği görevi yapmak zorundadır. fakat bu noktada insiyatif kullanma hakkını kendisinde gören kamu görevlileri sebebiyle kamu düzeni bozulmaktadır.
- ikinci örnek sokakta yapılan düğünler. sokakta düğün yapılması bir gelenek olabilir ancak şehir gibi insanların daha sık ve iç içe yaşadıkları yerlerde yani kamu düzeni ile örf ve adetin kesiştiği noktada örf ve adet ikinci planda yer alır. yani kısacası sokakta düğün yapılması bir çok kişinin adeti olsa bile özellikle kentlerde sokakta düğün yapılamaz.
çünkü insanlar çevreye verilen gürültü kirliliğinden rahatsız olabilirler. (olurlar)
düşünün ki siz hemşiresiniz (bir yakınım) o gece 00:00 ile sabah 08:00 arasında mesainiz var. öğleden sonra saat 15:00 de yatmışsınız ve akşam 18:00 den itibaren sokağa konulan dev kolonlardan çıkan ses yüzünden uyuyamıyorsunuz. polis çağırıyorsunuz. polis gelip uyarıp gidiyor. -ki kanuni desibel'in üzerinde ses varken bile. (ama mesela nişantaşı'nda sokakta düğün yapamazsınız. oradaki vatandaşın sesini kamu görevlileri dinliyor. bizi zikleyen yok ya neyse)
- üçüncüsü kaçak işyerlerini denetlemeye gelen zabıtalar ile ilgili. yukarıdaki gibi detaylı bir örnek gösteremeyeceğim ama zeytinburnu'nda oturduğum ve ilkokuldan itibaren konfeksiyon, çay ocağı, matbaa ve oto tamirhanesinde çalıştığım için biliyorum zabıta abiler güzel abilerdir. işverenler de konukseverdirler.

dikkat edin. hayatınızda bu ve benzeri o kadar çok olaya şahit olmuşsunuzdur ki. daha önce de başka bir entryde ironi yaparak şuna vurgu yapmıştım. "ingiltere'deki futbolcular araba kulllanmayı bilmezler. politikacıları ve sanatçıları da araba kullanmayı bilmezler. ama yurdumda öyle mi? bir tanesi bile kaza yapmamıştır."

benim anlamadığım anlayamadığım şu: adama diyorsun ki "senin görevin şunu şunu yapmak, şunu yapanları tespit etmek" ama adam bu durumu görünce yapması gerekeni yapmıyor. bak çocuklarına yedirdiğin bir lokma var. o lokmayı halktan toplayıp sana veren devlet o görevi yapmanı emrediyor. ama sen yapmıyorsun. neden?
üç sebep var.
- birincisi "böyle gelmiş böyle gider" düzeni çalışanlar arasına yerleşmiştir.
- ikincisi 'negatif öğrenme'dir. dileyen örneği okuyabilir. (bkz: negatif öğrenme) enişteler bu anlayışın yerleşmesine sebep olmuşlardır. (bir ve iki aynı oldu gibi)
- üçüncüsü hümanist bazı kamu görevlilerimizdir. nedense bu insanlar vatandaşa yardım etmek için yapmadıklarını bırakmıyorlar. yahu kardeşim sen maaş aldığın kurumun çıkarını düşüneceksin. çünkü sağlıklı bir bünyede maaş aldığın kurum, kamu yararı için kurulmuştur ve o kurumun üzerinde tüm vatandaşların hakkı vardır. sen kim oluyorsun da diğer bütün vatandaşların haklarını insiyatifin çerçevesinde kullanabiliyorsun?
- dördüncüsü aflardır. sonunda af çıkacağını bilen vatandaş gevşek davranır. kamu görevlisi de sonunda af çıkacağını biliyorsa gevşek davranır.
- beşincisi (üç sebep var dedik ama beşe geldik) dördüncü madde ile alakalı yapılan popülist eylemlerdir. mesela bir yetkili bir kamu görevlisi diyor ki: "ssk primi ödenmeyen işçilere de tazminat ödenecektir." bunu duyan bir kısım işveren de içinden "ulan bir kaza olursa zaten devlet ödüyor. ben niye sigortalı yapayım işçimi?" diye düşünüyor. şimdi açıkçası aslında en önemli sebeplerden bir tanesi bu. çünkü kurallara uyan vatandaşı otomatikman cezalandırmış oluyorsunuz. mesela terör eylemleri sebebiyle vatandaşların arabaları yakıldığında bir yetkili kamu görevlisi: "insanların zararları devlet tarafından ödenecek" dedi. peki. bir karar varmak gerekiyor. şunu söylemek lazım. devlet vatandaşının başına gelen sansasyonel tüm zararları öder mi? yok. bunun garantisi yok. zaten bu sebeple batıda devlet insanları sigorta yaptırmaya teşvik ediyor.
bilinçli insanlar bu sebeple sigorta yaptırıyorlar ve başlarına bir felaket geldiğinde sigortacılar sigortalıların hasarlarını ödüyor. şimdi bir olay meydana geldiğinde devlet tüm zararı ödeyecek mi? hayır. aslında olayın sansasyonel olması ile alakalı. eğer oy alınabilecek bir durum söz konusu ise bu zararlar ödenir ama ya sadece sizin başınıza geldiyse ve sansayonel değilse? şimdi devletin bu konudaki tavrı açık değil.
ikincisi mesela sigorta yaptıran bilinçli insan hasarını sigorta şirketinden aldı. yaptırmayanınkini de devlet mi ödeyecek? o zaman bu adam neden sigorta yaptırıyor? (hem malı hem de işçisi için) popülist politikalar zararlıdır.

iş yoğunluğundan bölük pörçük olmuş bu entryde fikirler parça parça da olsa verilmiştir. gerisi okuyucunun onları kafasında birleştirmesine kalıyor.